15 Mayıs 2010 Cumartesi

PHAİDON - PLATON

* İnsanların haz adını verdikleri şey görünüşte ne gariptir, onunla karşıtı sayılan acı arasında ne tuhaf bağlantılar var, onlar insanda aynı zamanda yan yana bulunmak istemezler. Ama birini kovalayıp yakaladınız mı, çifte varlıkları sanki tek bir başa bağlanmış gibi, öbürünü hemen her zaman yakalamak zorunda kalırsınız.

* Kendini gerçekten felsefeye vermiş olanların, yalnız ölmek ve ölmüş olmak için çalıştıklarını halk bilmez görünür. Bu doğru ise, bütün hayatı boyunca yalnız ölüm emelini besledikten sonra, ölüm gelince, uzun zamandan beri o kadar istenilen o kadar aranılan şeye karşı isyan edilmesi şüphesiz çok saçma olur.

* Gerçek filozofların şöyle düşünmeleri ve aralarında şu sözleri söylemeleri gerek: Evet, belki ölüm bizi amaca dosdoğru götüren yoldur, çünkü araştırmalarımızda ten akılla beraber oldukça, ruhumuz böyle kötü bir şeye bulaşmış bulundukça isteğimizin amacı olan şeyi, yani hakikati hiçbir zaman elde edemeyeceğiz. Gerçekten tenimiz kendisini beslemeye mecbur olduğumuz için, binlerce güçlüklere sebep olur. Bundan başka ansızın çıkıp gelen hastalıklar hakikatin peşinde koşmamıza engeldir. Bu kadarla da kalmıyor: Ten bizi her neviden istekler, tutkular, korkular, kuruntularla, bin türlü saçmalıklarla doldurur, öyle ki haklı olarak denildiği gibi, bir an olsun onunla gerçekten düşünmek mümkün olmaz. Kavgalar, geçimsizlikler, çabalamalar yalnız tenden ve onun isteklerinden değil de nereden geliyor? Bütün bunlar, mal ve para hırsından çıkıyor. Bizi mal ve para biriktirmeye zorlayan sebep ise ihtiyaçlarının kölesi bulunduğumuz tendir. İşte bunun için felsefeye ayıracak boş zamanımız kalmıyor. Fakat işin asıl kötüsü, ten bize biraz zaman bıraksa da bir şeyi incelemeye koyulsak, çalışmamıza durmadan karışır, bizi yanıltır ve hakikati görmemize engel olacak şekilde bizi felce uğratır. Bundan ötürü, bir şeyi gerçek olarak bilmek istiyorsak, tenden ayrılmamız, yalnız ruhla, neleri kendiliklerinde temaşa etmemiz gerekir, bunu artık biz, iyice anladık: işte ancak o zamandır ki, kendisine o kadar aşık olduğumuzu söylediğimiz bilgeliğe belki kavuşmuş oluruz, fakat daha hayatta iken değil, uslamlamanın gösterdiği gibi, öldükten sonra. Gerçekten tenle beraber bulundukça hiçbir şeyi arılığı içinde öğrenmek mümkün değilse, iki şeyden biri: Ya gerçek bilgi hiç mümkün değildir, yahut onu yalnız ölümden sonra elde edeceğiz, çünkü tenden ayrılan ruh ancak o zaman kendi kendisiyle kalır; daha önce buna imkan yoktur. Bundan başka biz yaşadıkça öyle sanıyorum ki, ancak tenden uzaklaştığımız, mutlak zorunluluk halleri bir yana bırakılırsa onunla hiçbir ilgimiz olmadığı, dokunması ile bizi kirletmesine müsaade etmediğimiz ve tanrının kendisi bizi gelip kurtarıncaya kadar kendimizi arıtmaya çalıştığımız nispetle hakikate yaklaşmış oluruz. Sonra tenin çılgınlıklarından kurtularak böyle arınmış bir hale gelince, muhtemel ki bizim gibi arınmış varlıklarla yaşayacağız ve o doğrudan başka bir şey olmayan saf özü kendimizde tanıyacağız. Gerçekten saf olmayan biri için saf olan bir şeyi kavramak imkansızdır.

* Ölçülü olmalarının temeli bir çeşit ölçüsüzlük değil midir? İlk bakışta bu imkansız görünse de ahmakça ölçülülükleri yüzünden yukarıdaki durumu andıran bir durumda bulunurlar. Çünkü istedikleri hazdan mahrum olmak korkusuyladır ki ancak başka bir hazdan vazgeçerler, birinden sakınıp ötekinin boyunduruğuna girerler. Hazlarla sürüklenmek eylemine ölçüsüzlük adını verdikleri halde bu insanlar bazı hazlara mağlup oldukları için bazı hazlara da hakim olurlar. o halde demin dediğim gibi, bunların ölçülülüğü ölçüsüzlük yüzündendir. Büyük bir parayı verip karşılığında birçok ufak para alındığı gibi, bir hazzı başka bir hazla, bir acıyı başka bir acıyla, bir korkuyu başka bir korkuyla değiştirmek, erdemi değiştirmek için gerçek bir yol değildir. Fakat karşılığında bütün bunların değiştirilmesi gereken tek sağlam ara, bilgeliktir. Yüreklilik, ölçülülük, adalet, her şey ancak bununla satın alınır. Bir kelime ile, gerçek erdem bilgelikle kazanılır; bu erdeme hazlar, korkular ve bu çeşit bütün başka şeyler eklenmiş veya eklenmemiş olsun, ne ehemmiyeti var? Bilgelikten ayrılmış ve birbirleriyle değiştirlmiş erdemlere gelince, bunlar, doğrusu ancak kölelere yaraşan, sağlam, doğru tarafları olmayan bir gölgeden başka bir şey değildirler.

* O halde şu noktada bereaberiz dedi: Bir kimse, gözlerinin önündekine benzer bir şey gördüğü zaman, o şeyin gerçek başka bir şeye benzemeye meylettiğini fakat kendisindeki eksiklik yüzünden, ona tam benzeyemediğini ve ondan aşağı kaldığını düşünüyorsa, bu düşüncede bulunan kimsenin o gerçek şeyi -o şey ki gördüğü şeyin ona tam olmasa da gene benzediğini söylemektedir- önce tanımış olması geekmez mi?
O halde dedi, ilk defa eşit şeyleri görerek kendi kendimize "bütün bu şeyler eksik de olsa kendinden eşitlik gibi eşit olmak istiyorlar" dediğimiz zaman daha önce kendinden eşiti tanımış olmamız gerekir.
O halde dedi, görmeye, istemeye başlamadan ve başka duyularımızı kullanmadan önce, bu kendinden eşitliğin ne olduğunu öğrenmiş olmamız gerekiyor; duyulardan gelen eşitlikleri bu kendinden eşitliğe atfedebilmemiz ve bütün bu eşitliklerin kendinden eşitliğe yaklaşmaya çalıştıklarını, fakat bunda başarı göstermediklerini fark etmemiz ancak böyle mümkün olacaktır.
Biz dünyaya gelmeden önce bu bilgiyi kazandıksa, bu bilgi ile dünyaya geldikse, o dünyaya gelmeden önce de dünyaya gelirken de yalnız eşitliği, büyüğü, küçüğü değil,, aynı tabiatta olan bütün şeyleri de biliyorduk; çünkü burada söylediklerimiz eşitliği ilgilendirdiği gibi kendinden güzeli, kendinden iyiyi doğruyu kutsala, bir kelime ile suallerimizle cevaplarımızda mutlağın mührü ile damgaladığımız bütün şeyleri de ilgilendirir; öyle ki dünyaya gelmeden önce, bütün bu şeyler hakkında bilgi sahibi olmuş olmamız gerekiyor.
Bu bilgilere sahip olduktan sonra dedi, her defasında onları unutmasaydık, dünyaya hep onları bilerek gelmekle kalmaz, yaşadıkça da onları bilirdik. Çünkü bilmek, kazanılmış bilgileri muhafaza etmek, onları unutmamaktan başka bir şey olmadığı gibi unutmak adını verdiğimiz şey de Simmias, öğrendiğimizi kaybetmek değil midir?
Fakat dedi -farz ediyorum- dünyaya gelmezden önce kazanmış olduğumuz bilgileri dünyaya gelirken unutursak, daha sonraları da duyuların yardımı ile önce bildiğimizi yeniden elde edersek, öğrenmek adını verdiğimiz şey, bizim olmuş olan bilgiyi yeniden elde etmek değil midir? Buna hatırlamak demekte haklı değil miyiz?
... Sokrates çünkü dedi: Bir şeyi görme veya işitme, veya duyulardan biri yoluyla algılayarak unutulan başka bir şeyi -görülen şey ona benzesin benzemesin- aralarında bir yakınlık olduğu için düşünmek bize mümkün görünmüştür. Sonunda bir daha söylüyorum, iki şeyden biri zorunludur: Ya kendinden gerçeklerin bilgisi ile doğmuş bulunuyor ve onları yaşadıkça muhafaza ediyoruz, yahut da öğreniyor dediklerimiz, hatırlamaktan başka bir şey yapmıyorlar; bilgi de anımsamadır.

* Bilgiyi sevenler, bak hangi fikirlerle kendilerini felsefenin ellerine bırakırlar; ruhları tenlerine sımsıkı bağlı ve yapışıktır, nesneleri aslında ne iseler öyle değil, tenin yardımıyla tıpkı bir hapis evi demirleri arasından görür gibi görür. Mutlak bir bilgisizlik içine gömülmüştür. Felsefe bu kapanışın korkunçluğunu iyice görmüştür. O isteyiğin işidir. Hapsedilenin kendisi bu bağların sımsıkı bağlanmasına yardım eder. Bilgi sevenler bilirler ki, bu durumda ruhlarını ele alan felsefe ruhun cesaretini tatlı tatlı artırır, onu kurtarmaya çabalar, gözlerin, öğrettiklerinin, kulakların ve öteki duyumların öğrettikleri gibi aldatıcı olduğunu gösterir, ihtiya. olmadıkça, onu bunlardan çekip almaya uğraşır. Bütün bilincini kendi içine çevirmesini ve toplamasını, ancak kendisine ve kendinden gerçek fikir yönünden kavranmasına güvenmesi, buna karşılık, başka vasıtalarla gördüklerinin hiçbir gerçekliği olmadığına, içinde bulundukları şartların çeşit çeşit olmasına göre değiştiklerine inanmayı emreder. Çünkü bu türlü şeyler duyulabildikleri, görülebildikleri halde onların kendi öz vasıtalarıyla gördükleri kavranılabilir ve görülemez.
Böyle bir kurtuluşa karşı gelmemek gerektiğine inanarak, gerçek filozofun ruhu zevklerden, tutkulardan, keder ve korkulardan, gücü yettiği kadar kendisini uzak tutar. Çünkü, bu zevklerin, kederlerin, korku ve tutkuların aşırılıklarının sonunda yalnız tutkuların sebep olduğu hastalıklar ve bunun varını yoğunu saçıp savurmalar gibi herkesin görüp geçirdiği kötülükler meydana gelmiyor; bir kötülük daha vardır ki bu, kötülüklerin en büyüğü, en kötüsüdür. Asıl acısı çekilen bu kötülük hesaba katılmıyor. Bu kötülük; aşırı haz ve acının eline düşen bir insan ruhunun, çektiğinin belli başlı sebebinin, hiç de öyle olmadığı halde, pek açık, pek gerçek olduğuna inanmak zorunda kalmasıdır.
Her hazzın, her acının bir nevi çivisi var. Bununla ruhu tene çivileyip çakarlar; ruhu tene benzetir, tenin dediklerine göre nesnelerin doğruluğuna inandırır. Hükümlerin de tene uymasıyla, aynı hazlardan hoşlanmasıyla, sanırım ruh aynı eylemlerde bulunmak, aynı şekilde duymak zorunda kalacaktır. Bunun sonunda, Hades'e asla arınmış olarak varamayacaktır. Her zaman bıraktığı tenle bulaşıktır. Bunun için bir başka tene girmekte gecikmez, bir tohum gibi atılır, orada kök salar. Bunun sonunda, tanrılık olanla, arınmış, yalın olanla ilgisi kalmaz. İşte bu sebeplerden, gerçek bilgi severlerden ölçülü ve yüreklidirler. Ama halk adamlarının tasarladıkları sebeplerden dolayı değil.

* Kendinden güzellik dışında bir güzel varsa, bu şey ancak bu kendinden güzelden bir şeyler aldığı için güzeldir.

* Bir insanın bir başkasından bir baş boyu daha büyük olduğunu ve daha küçüğün o kadar daha küçük olduğunu söyleyen kimseyi tasdik etmeyeceksin. Daha ziyade, itiraz edecek ve şunu söylemekle yetineceksin ki bir başkasından daha büyük olan her şey kendinden büyüklükten başka bir şeyle daha büyük değildir ve onu büyük kılan bu büyüklüktür ve en küçük, kendinden küçüklüktür.




PHAİDON-PLATON
Sosyal Yayınlar
Çeviren: Hamdi Ragıp ATADEMİR , Kemal YETKİN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder