27 Mart 2011 Pazar

DEVLET - PLATON

* Bir gün şair Sophokles'leydim. Biri geldi sordu ona: "Aşkla aran nasıl? Hala kadınlarla düşüp kalkıyor musun? Sophokles: "Bırak canım sen dei dedi; bu işten kurtulduğuma bilsen ne kadar seviniyorum. Deli ve belalı bir efendinin elinden kurtulmuş gibiyim".

* -Güreşte olsun, dövüşte olsun, vurmasını bilen, korunmasını da bilir, değil mi?
-Şüphesiz.
-Hastalıktan korunmasını en iyi bilen, onu başkalarına aşılamayı da herkesten iyi bilmez mi?
-Bilir sanırım.
-Peki, bir orduyu korumasını en iyi kim bilir? Düşmanın niyetlerini gizlice öğrenmesini, sırlarını çalmasını bilen değil mi?
-Elbette.
-Demek, bir şeyin en iyi koruyucusu, en iyi bekçisi, o şeyin en usta hırsızıdır da.

* Her yönetim, kanunlarını işine geldiği gibi koyar. Demokratlık demokratlığa uygun kanunlar, zorbalık zorbalığa uygun kanunlar, ötekiler de öyle. Bu kanunları koyarken kendi işlerine gelen şeylerin, yönetilenler için de doğru olduğunu söylerler; kendi işlerine gelenden ayrılanları da, kanuna, doğruluğa aykırı diye cezalandırırlar. İşte, dostum, benim dediğim bu. Doğruluk her yerde birdir: Yönetenin işine gelendir. Güç de yönetende olduğuna göre, düşünmesini bilen bir adam bundan şu sonuca varır: Doğruluk güçlünün işine gelendir.

* İnsanlar, eğriliği, eğrilik yapmak korkusundan değil, eğriliğe uğramak korkusundan ayıplarlar. * Sanat adamlarının, para kazanarak sanatlarından faydalanmaları, kendilerinin ayrıca para kazanma sanatıyla uğraşmalarından ileri geliyor. ...her sanat adamı bu faydayı, yani ücret almayı, para kazanmayı, kendi sanatından çıkarmaz. Daha derine gidecek olursak, hekimlik sanatı bize sağlık, ev yapma sanatı, ev, para kazanma sanatı da para getirir. Öteki sanatlar için de bu böyledir. Her biri kendi işinin işçisidir; neyin hizmetindeyse, onun işine yarar. Ama sanat sahibine ayrıca bir ücret verilmeyecek olursa o, sanatından faydalanabilir mi?

* Doğrunun ne olduğunu bilmedikçe, doğruluğun iyilik olup olmadığını nasıl kestirebiliriz?

* Haksızlık etme fırsatını bulan herkes haksızlık eder.

* Eğriliğin son kertesi, doğru olmadan doğru görünmektir.

* Doğru görünmesini bilen eğri adam Tanrılarınkine benzer bir ömür sürebilir.

* Savaş, teklerin hayatında olduğu gibi, toplumun hayatında da kötülüklerin kaynağı olan şeyden, başkalarından çok mal edinmek hırsından doğuyor.

* Filozofluk, bilmek merakından başka bir şey midir?

* Zenginlik de, yoksulluk da, bir yandan sanatı, öbür yandan da sanatçıları kötüleştirir.

* Bir şey iyi başlarsa zamanla daha iyiye, kötü başlarsa daha kötüye gider. Her şey sonunda kendinin son gücüne varır.

* Koruyucularımızın gerçekten birer bekçi olabilmeleri için, kendi evleri, toprakları, malları, mülkleri olmayacak. Yiyeceklerini gördükleri iş karşılığı elde edecekler, birlikte yiyecekler demiştik. Böylece ilk kurallarımıza eklediğimiz yeni kurallar, koruyucularımızın gerçekten koruyucu olmalarını büsbütün sağlıyor. Her biri bir başka şeye değil, her biri aynı şeye benim diyecek. Teker teker kazandıkları şeyi biri kendi evine, öbürü kendi evine götürmeyecek. Ayrı ayrı kadın ve çocuklarla ayrı ayrı sevinç ve üzüntüleri olmayacak. Çıkarları bir, amaçları bir, duyguları mümkün olduğu kadar bir olacak. Böyle olunca da, devletin parçalanmasına sebep olmayacak. Bedenlerinden başka her şeyleri ortak olunca, mahkemelere düşmeler, birbirlerini suçlandırmalar kalır mı ortada? Para, çocuk, akraba yüzünden doğan bütün kavgalardan kurtulurlar.

* Birçoklarının güzellik ve daha başka değerler üstüne besledikleri değişik düşünceler, yoklukla varlık arasındaki bir boşlukta dönüp duruyor, gibidir. Bu türlü şeyleri bilimle değil, sanıyla ilgili göreceğiz, değil mi? Anlaşmıştık bunda. Çünkü iki ucun arasında salıntıda kalır, ara yetimizle kavrarız. Demek ki, bir sürü güzel şeylere bakıp da yalın güzelliği görmeyen, onu görenin ardından gidemeyen, bir sürü doğru şeylere bakıp doğruluğun kendisini göremeyenlerin her şey üstüne sanıları vardır diyeceğiz, ama sanıların ardındaki gerçeği bilmezler. Peki, ya hep kendinin aynı kalan öz varlıkları seyrdenler? Onlar sanıyla yetinmeyip bilgiye ulaşmazlar mı? Bunlar bilimin konusu olan şeyleri kavrar, sever diyeceğiz. Ötekiler de sanının konusu olan şeyleri. Hatırlarsan bu sonuncuların güzel sesler dinlemekten, güzel renklere, biçimlere bakmaktan hoşlandıklarını, ama öz güzelliğe gerçek bir varlık olarak bakmaya yanaşmadıklarını söylemiştik. Onlara bilgi dostları değil, sanı dostları demek yetersiz mi olur? Kızarlar mı bize, böyle dediğimiz için? Öz varlığı arayanlara da, sanı dostu yani filodoks değil, bilgi dostu yani filozof dememiz yerinde olur.

* İnsan bütün isteklerini var gücüyle bir şeye çevirdi mi ne olur biliriz; hep o tarafa sel gibi akan isteklerin, geri kalan her şeye karşı gücü azalır.

* En iyi yaradılış, gereğinden başka tüzlü beslenirse, orta yaradılıştan daha kötü olur.

* En yüksek bilimin konusu, iyinin ta kendisi, ideasıdır.

* Doğruluk, dürüstlük karşısında birçokları görünüşte kalırlar ve bu görünüşteki değerler ne kadar boş olursa olsun, onların ardına düşer, onları elde eder, ya da elde etmiş görünürler. İyi karşısındaysa, kimse görünüşlerle yetinmez, herkes gerçek olanı arar, görünüşe değer vermez.

* Ruh, bakışlarını gerçeğin ve varlığın aydınlattığı bir nesneye çevirdiği zaman onu kavrar, bilir ve tam bir anlayışa varır. Ama, karanlıkla karışık doğan ve ölen geçici şeylere çevrildi mi, yarım yamalak, bulanık görür onları. Bir görünüşten ötekine, bir uçtan öbür uca atlar; aklını işletemez olur. İşte, nesnelere gerçekliğini, kafaya da bilme gücünü veren iyi ideasıdır.

* Kavranan dünyanın sınırlarında iyi ideası vardır. İnsan onu kolay kolay göremez.

* Tanrısal dünyaları seyretmiş bir kimse, insan hayatının düşkün gerçeklerine inince, şaşkın ve gülünç bir hale düşer. Karanlıklara alışmadığı, ilkin her şeyi bulanık gördüğü için, mahkemelerde, şurada burada doğrunun gölgeleri, ya da bu gölgelerin yansıları üzerine tartışmalara girip de, doğruluğun kendisini hiçbir zaman görmemiş olanların yorumlarını çürütmek zorunda kalırsa, herkes yadırgar onu. Ama aklı başında olan bilir ki, insanın gözü iki karşıt sebepten, iki türlü bulanır. Biri aydınlıktan karanlığa geçişte olur, öbürü de karanlıktan aydınlığa geçişte. Onun gibi düşünce de bir şeyi açık seçik göremeyince, buna gülecek yerde düşünmeli: Acaba daha ışıklı bir dünyadan gelip karanlıklara alışamadığı için mi, yoksa bilgisizlikten aydınlığa varıp aşırı bir parlaklıkla kamaştığı için mi bulanık görüyor göz? Birincisi, övülecek, ikincisi acınacak bir haldir. Karanlığa alışamayan göz, ışıklı bir dünyadan geliyor demektir. Ona gülersek, gülünç oluruz. Ötekineyse hakkımızdır gülmek.

* Düşünceyi gerektirmeyen nesneler, insanda aynı zamanda iki karşıt duyuş uyandırmayan nesnelerdir. Uyandıranlarsa, düşünceyi gerektirir. Uzaktan olsun, yakından olsun gördüğümüz bir şeyin şu mu, bu mu olduğunu kestiremediğimiz zaman düşünürüz.

* Doğruluk karşısında topal sayacağımız insan da ne yapar? Bile bile yalan söylemekten iğrenir. Ne kendinde, ne başkalarında bunu hoşgörmez; ama bilmeden yalan söylemeye kolayca katlanır. Bilgisizlikten iğrenmez, çamura yatan domuz gibi, bilgisizliği içinde keyif çatar.

* Kaç çeşit insan yaradılışı varsa, o kadar da devlet şekli olacak elbet.

* Gerçek özgürlük, gerçek sevgi, zorba ruhlu bir insanın hiçbir zaman tadamayacağı bir mutluluktur.

* İnsan ne kadar zorbaysa o kadar da köledir. İsteklerini biraz olsun doyuramaz bu adam. Her zaman birçok eksiği vardır; içini toptan gören bir göz için aslında fakirin fakiridir, ömrü boyunca da korkular, kaygılar içinde kıvranır. Zorbanın hali böylece, ezdiği insanların haline benzemiyor mu?

* Üç çeşit insan vardır: Bilgisever, ünsever ve parasever insan. Bu üç insanın her birine sor, hangisinin hayatı en hoştur diye: Her birinin kendi hayatını beğeneceğinden emin olabilirsin. Parasever adam diyecektir ki, bilim, şan, şeref karın doyurmaz, bunların verdiği zevk para kazanmanın verdiği zevk yanında hiç kalır. Ünsever, para biriktirme zevkini kaba bulur; bilme zevkini de, insana ün sağlamadıkça, boş, manasız bir heves sayar. Bilgisevere, filozofa gelince, gerçeği olduğu gibi tanıma, durmadan yeni şeyler öğrenmenin keyfi yanında öteki zevkler için ne der? Bunları asıl isteyecek şeyin çok uzağında görmez mi? Zoraki istekler der bunlara ve bunu kelimenin tam anlamıyla söyler; hayat insanı zorlamasa bunlardan vazgeçilebilir demek ister.

* Bilgeliğe, ruh üstünlüğüne ermeyen, beden zevklerini doyurmakla kalanlar sanki hep alçağa düşüp sonra ortaya kadar çıkar, ömürleri boyunca bu ikisi arasında mekik dokurlar. Bu sınırı aşamazlar bir türlü. Gerçek yükseğe ne gözlerini kaldırmış, ne de gitmişlerdir ona doğru. İçleri hiçbir zaman varlıkla dolmamış, sağlam, yalın bir zevk tadamamışlardır. Gözleri hayvanlarınki gibi hep yerde, aşağıda sofradadır. Yarış eder gibi karın doyururlar, sen çok yedin, ben az yedim diye itişir kakışırlar, boynuzları, nallarıyla birbirlerini iter, kakar, yine de doyuramazlar aç gözlerini. Neden? Çünkü gerçek yiyecek değildir yedikleri, doyurdukları yanları da asıl var olan, yediğini saklayabilen yanları değildir. Elbette acıyla karışık olacak bu adamları zevkleri. Duydukları, zevkin kendisi değil, gölgeleri, renksiz taslaklarıdır; acıyla yan yana konmadıkça anlamı olmayan taslaklar. Bu yüzden doymaz bir azgınlıkla, çılgınca sevişirler, sevdikleri için cenkleşirler; Stesikhoros'un anlattığı gibi Troya'da, aslını bilmedikleri Helene'in hayali uğruna birbirlerini öldürürler. İnsanın içindeki kızma gücü de böyle doyurmaz mı kendini? Yükselme duygusunun azdırdığı kıskançlık, savaşın azdırdığı şeref düşkünlüğü, inasanları körü körüne, akılsızca, oburca şan, zafer kazanmaya, öç almaya sürüklemez mi? Peki, ama şunu söyleyemez miyiz çekinmeden: İnsanın şeref ve kazançla ilgili istekleri, bilimin ve aklın emrine girer de, onların gösterdiği zevkleri arar, bulursa, o zaman tadabilecekleri en gerçek zevkleri tadarlar. Çünkü doğrunun ardından gitmişlerdir; çünkü buldukları zevkler kendilerine özgü zevklerdir. Bir insan için en iyi olan şey kendine en uygun olan şey değil midir? İnsan ruhunu var gücüyle bilim ve düşünce sevgisine bağlar, içindeki değişik güçlerden hiçbiri ona başkaldırmazsa, o zaman, her şeyden önce, bu güçlerin her biri kendi görevlerinin sınırları içinde kalır, birbirlerinin hakkını yemezler, sonra da her biri kendine özgü zevkleri tadar; işte en katıksız, en gerçek zevkler de bunlardır.

* Bedeni ölüme götüren, yiyeceklerin kötülüğü, bozukluğu, kokmuşluğu gibi şeyler değildir. Yiyeceklerin kötülüğü bedenin kendi kötülüğüne yol açmış olursa deriz ki, beden yiyecek dolayısıyla kendi kötülüğü, yani hastalığı yüzünden öldü. Kendine göre ayrı yaradılışı olan bedenin, bir başka yaradılışlı yiyeceklerdeki kötülükten öldüğünü söyleyemeyiz; bu kötülük onda kendi kötülüğünü doğurdu diyebiliriz ancak. Gene bunun gibi, bedenin hastalığı, ruhun kendi hastalığına yol açmamışsa, ruhun yabancı bir kötülük yüzünden, kendi kötülüğü işe karışmadan yok olabileceğine inanmayalım.





DEVLET-PLATON
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Çevirenler: Sabahattin EYUBOĞLU - M. Ali CİMCOZ