24 Mayıs 2011 Salı

POİETİKA (ŞİİR SANATI ÜZERİNE) - ARİSTOTELES

* İnsan taklit etmeye en yatkın canlıdır ve ilk bilgilerini de taklit yoluyla edinir.

* Taklit edilen nesne daha önce görülmemişse, burada haz uyandıran taklit edilen şey değil, işin ustalığı, renk ya da bu tür başka bir nedendir.

* Başlangıçta doğaçlamalardan doğan tragedya (hem tragedya hem komedya böyledir; ilki dithyrambos oyunlarından, öteki bugün bile pek çok kentte varlığını sürdüren phallos gösterilerinden gelir) gittikçe mükemmelleşerek yavaş yavaş gelişmiştir. Pek çok değişiklik geçirmiş ve gelişmesini kendi doğasını kazandığında tamamlamıştır.

* Epikharmos: Ölmek istemiyorum, ama ölü olmak -bence bir sakıncası yok.

* Tragedya eyleyenleri taklit eder; bunu da bir anlatı aracılığıyla değil, uyandırdığı acıma ve korku aracılığıyla bir tür duygulanımların arınmasını sağlayarak yapar. (Katharsis)

* Tragedya insanların değil, eylemlerin ve yaşamın taklididir. Hem mutluluk hem de felaket bir eyleme bağlıdır; erekse herhangi bir eylemdir, belirli bir nitelik değil. İnsanlar karakterlerine göre belirli nitelikteki insanlar olurlar, eylemlerine göre ise mutlu ya da tam tersi. Demek ki karakterleri taklit etmek için eylemde bulunmazlar, tersine eylemleri aracılığıyla karakterlerini edinirler.

* Tragedyada ruhu en çok etkileyen şey öyküdeki kimi bölümlerdir: "Baht dönüşleri ve "tanınmalar". (Ç.N: Aristoteles'e göre, peripetia ile anagnorisis tragedyanın olay örgüsünün olmazsa olmaz unsurlarıdır: İlki, yani peripeteia "bahtın tersine dönmesi" ya da "her şeyin birdenbire, hiç hesapta yokken -iyi ya da kötü anlamda- tersine dönmesi"dir; ikincisi, yani anagnorisis ise, "sarsıcı bir buluş ya da ani bir kavrayışla bilgiye erme" ya da "birden ayrımına varma, birdenbire fark etme anlamında tanı(n)ma / bil(in)me"dir.)

* Bir öykü uzunluk bakımından, kavranabilir olmak koşuluyla, ne kadar ise o kadar güzeldir.Genel olarak şöyle denebilir: Olasılığa ya da zorunluluğa göre birbirini takip eden olayların ya mutsuzluktan mutluluğa ya da mutluluktan mutsuzluğa doğru değişimini ortaya koyan uzunluk, uzunluğun uygun sınırıdır.

* Henüz olmamış şeylerin olanaklı olduğuna inanmayız; olmuş olanların olanaklı olduğu iseaçık, çünkü olanaksız olsalardı olmazlardı.

* Rastlantısal olayların içinde en olağanüstüsü, bir amacı varmış gibi görünendir.

* En güzel tanınma, baht dönüşüyle birlikte bulunandır; sözgelişi Oidipous'ta vardır bu. (Ç.N: Sophokles'in Oidipous'unda, İokaste Oidipous'un kendi oğlu olduğunu, Oidipous da İokaste'nin kendi annesi olduğunu anlar. Burada tanınmaya baht dönüşü de eşlik eder, zira olaylar bu tanınmanın ardından çok farklı gelişecektir.)

* Mademki en güzel tragedyada düzenlemenin yalın değil de karmaşık olması ve onun korkutucu ve üzücü şeyleri taklit etmesi gerekiyor (bu taklit türünün özelliği budur), ilkin şurası açık: Tragedya ne mutluluktan mutsuzluğa düşen erdemli insanları (çünkü bu durum ne korkutucudur ne de acıma uyandırır, tersine itici gelir), ne mutsuzluktan mutluluğa yükselen kötü insanları (bütün tragedyalar arasında tragedyaya en uzak durum budur; bu tür düzenlemeler gerekli hiçbir özelliğe sahip değildirler, bu nedenle ne insan sevgisi ne korku ne de acıma uyandırırlar), ne de mutluluktan mutsuzluğa düşen büsbütün kötü insanları göstermelidir (öyküleri bu şekilde düzenlemek insan sevgisi uyandırabilir belki, ama ne acımaya ne de korkmaya yol açar; çünkü biri layık olmadığı mutsuzluğa düşen kişiye karşı, öteki -bize- benzeyen kişiye karşı duyulur; acıma layık olmayana, korku da bize benzemeyene. Demek ki yukarıda sayılan durumlardan ne acıma ne de korku doğar).
Böylece geriye kalan bunların arasındaki kişidir: Tragedyanın konusu olan kişi ne erdem ve adalet bakımından öteki insanlardan üstündür ne de kötülüğü ya da acımasızlığı yüzünden mutsuzluğa düşmüştür; insanlar arasında büyük bir üne sahip ve mutluluk içinde yaşayan, ama bir yanılgı yüzünden mutsuzluğa yuvarlanmış kişidir tragedyanın konusu. Sözgelişi Oidipus, Thyestes (Ç.N: Pelops ile Hippodameia'nın iki oğlundan biri Thyestes, öteki Atreus'tur. Atreus kardeşi ile kendi karısının seviştiklerini anlayınca akla gelmeyecek kadar korkunç bir ceza düşünmüş, Thyestes'in iki çocuğunu öldürüp parça parça doğratmış ve babalarının önüne yemek olarak getirtmiştir. Bir de ülkesinden kovulan Thyestes'in öcünü, kızkardeşi Pelopeia'dan olan çocuğu Aigisthos alacak ve Atreus'un tacını babasına verecektir.) ve böylesi soylardan gelen önemli insanlar.

* Taklit edilmesi gereken kişinin tutarsız biri olduğu ve bunun da karakterde verilmesi gerektiği durumda bile, tutarsızlığın tutarlı olarak işlenmesi gerekir.

* Ozanlar istedikleri şaşırtıcı etkiye, baht dönüşleri ve yalın eylemlerde ulaşmayı amaçlarlar; trajik olan ve insanlık sevgisi uyandıran da budur. Sisyphos gibi bilge olmasına karşın kötü olan biri aldandığında ya da yiğit olmasına karşın adaletsiz olan bir yenilgiye uğradığında böye bir etki doğar. Agathon'un dediği gibi, bu olasıdır: Çünkü pek çok şeyin olasılığa aykırı olması da olası.

* Lehçeyi, eğretilemeyi, süslemeyi ve daha önce söylediğimiz öteki çeşitleri kullanarak yüzeysellikten ve sıradanlıktan uzaklaşılır, yaygın adları kullanarak da açıklık sağlanır.

* Olası olan olanaksız şeyler, inandırıcı olmayan olanaklı şeylere tercih edilmelidir.




POİETİKA-ARİSTOTELES
Bilim ve Sanat Yayınları
Çeviren: Nazile KALAYCI

27 Mart 2011 Pazar

DEVLET - PLATON

* Bir gün şair Sophokles'leydim. Biri geldi sordu ona: "Aşkla aran nasıl? Hala kadınlarla düşüp kalkıyor musun? Sophokles: "Bırak canım sen dei dedi; bu işten kurtulduğuma bilsen ne kadar seviniyorum. Deli ve belalı bir efendinin elinden kurtulmuş gibiyim".

* -Güreşte olsun, dövüşte olsun, vurmasını bilen, korunmasını da bilir, değil mi?
-Şüphesiz.
-Hastalıktan korunmasını en iyi bilen, onu başkalarına aşılamayı da herkesten iyi bilmez mi?
-Bilir sanırım.
-Peki, bir orduyu korumasını en iyi kim bilir? Düşmanın niyetlerini gizlice öğrenmesini, sırlarını çalmasını bilen değil mi?
-Elbette.
-Demek, bir şeyin en iyi koruyucusu, en iyi bekçisi, o şeyin en usta hırsızıdır da.

* Her yönetim, kanunlarını işine geldiği gibi koyar. Demokratlık demokratlığa uygun kanunlar, zorbalık zorbalığa uygun kanunlar, ötekiler de öyle. Bu kanunları koyarken kendi işlerine gelen şeylerin, yönetilenler için de doğru olduğunu söylerler; kendi işlerine gelenden ayrılanları da, kanuna, doğruluğa aykırı diye cezalandırırlar. İşte, dostum, benim dediğim bu. Doğruluk her yerde birdir: Yönetenin işine gelendir. Güç de yönetende olduğuna göre, düşünmesini bilen bir adam bundan şu sonuca varır: Doğruluk güçlünün işine gelendir.

* İnsanlar, eğriliği, eğrilik yapmak korkusundan değil, eğriliğe uğramak korkusundan ayıplarlar. * Sanat adamlarının, para kazanarak sanatlarından faydalanmaları, kendilerinin ayrıca para kazanma sanatıyla uğraşmalarından ileri geliyor. ...her sanat adamı bu faydayı, yani ücret almayı, para kazanmayı, kendi sanatından çıkarmaz. Daha derine gidecek olursak, hekimlik sanatı bize sağlık, ev yapma sanatı, ev, para kazanma sanatı da para getirir. Öteki sanatlar için de bu böyledir. Her biri kendi işinin işçisidir; neyin hizmetindeyse, onun işine yarar. Ama sanat sahibine ayrıca bir ücret verilmeyecek olursa o, sanatından faydalanabilir mi?

* Doğrunun ne olduğunu bilmedikçe, doğruluğun iyilik olup olmadığını nasıl kestirebiliriz?

* Haksızlık etme fırsatını bulan herkes haksızlık eder.

* Eğriliğin son kertesi, doğru olmadan doğru görünmektir.

* Doğru görünmesini bilen eğri adam Tanrılarınkine benzer bir ömür sürebilir.

* Savaş, teklerin hayatında olduğu gibi, toplumun hayatında da kötülüklerin kaynağı olan şeyden, başkalarından çok mal edinmek hırsından doğuyor.

* Filozofluk, bilmek merakından başka bir şey midir?

* Zenginlik de, yoksulluk da, bir yandan sanatı, öbür yandan da sanatçıları kötüleştirir.

* Bir şey iyi başlarsa zamanla daha iyiye, kötü başlarsa daha kötüye gider. Her şey sonunda kendinin son gücüne varır.

* Koruyucularımızın gerçekten birer bekçi olabilmeleri için, kendi evleri, toprakları, malları, mülkleri olmayacak. Yiyeceklerini gördükleri iş karşılığı elde edecekler, birlikte yiyecekler demiştik. Böylece ilk kurallarımıza eklediğimiz yeni kurallar, koruyucularımızın gerçekten koruyucu olmalarını büsbütün sağlıyor. Her biri bir başka şeye değil, her biri aynı şeye benim diyecek. Teker teker kazandıkları şeyi biri kendi evine, öbürü kendi evine götürmeyecek. Ayrı ayrı kadın ve çocuklarla ayrı ayrı sevinç ve üzüntüleri olmayacak. Çıkarları bir, amaçları bir, duyguları mümkün olduğu kadar bir olacak. Böyle olunca da, devletin parçalanmasına sebep olmayacak. Bedenlerinden başka her şeyleri ortak olunca, mahkemelere düşmeler, birbirlerini suçlandırmalar kalır mı ortada? Para, çocuk, akraba yüzünden doğan bütün kavgalardan kurtulurlar.

* Birçoklarının güzellik ve daha başka değerler üstüne besledikleri değişik düşünceler, yoklukla varlık arasındaki bir boşlukta dönüp duruyor, gibidir. Bu türlü şeyleri bilimle değil, sanıyla ilgili göreceğiz, değil mi? Anlaşmıştık bunda. Çünkü iki ucun arasında salıntıda kalır, ara yetimizle kavrarız. Demek ki, bir sürü güzel şeylere bakıp da yalın güzelliği görmeyen, onu görenin ardından gidemeyen, bir sürü doğru şeylere bakıp doğruluğun kendisini göremeyenlerin her şey üstüne sanıları vardır diyeceğiz, ama sanıların ardındaki gerçeği bilmezler. Peki, ya hep kendinin aynı kalan öz varlıkları seyrdenler? Onlar sanıyla yetinmeyip bilgiye ulaşmazlar mı? Bunlar bilimin konusu olan şeyleri kavrar, sever diyeceğiz. Ötekiler de sanının konusu olan şeyleri. Hatırlarsan bu sonuncuların güzel sesler dinlemekten, güzel renklere, biçimlere bakmaktan hoşlandıklarını, ama öz güzelliğe gerçek bir varlık olarak bakmaya yanaşmadıklarını söylemiştik. Onlara bilgi dostları değil, sanı dostları demek yetersiz mi olur? Kızarlar mı bize, böyle dediğimiz için? Öz varlığı arayanlara da, sanı dostu yani filodoks değil, bilgi dostu yani filozof dememiz yerinde olur.

* İnsan bütün isteklerini var gücüyle bir şeye çevirdi mi ne olur biliriz; hep o tarafa sel gibi akan isteklerin, geri kalan her şeye karşı gücü azalır.

* En iyi yaradılış, gereğinden başka tüzlü beslenirse, orta yaradılıştan daha kötü olur.

* En yüksek bilimin konusu, iyinin ta kendisi, ideasıdır.

* Doğruluk, dürüstlük karşısında birçokları görünüşte kalırlar ve bu görünüşteki değerler ne kadar boş olursa olsun, onların ardına düşer, onları elde eder, ya da elde etmiş görünürler. İyi karşısındaysa, kimse görünüşlerle yetinmez, herkes gerçek olanı arar, görünüşe değer vermez.

* Ruh, bakışlarını gerçeğin ve varlığın aydınlattığı bir nesneye çevirdiği zaman onu kavrar, bilir ve tam bir anlayışa varır. Ama, karanlıkla karışık doğan ve ölen geçici şeylere çevrildi mi, yarım yamalak, bulanık görür onları. Bir görünüşten ötekine, bir uçtan öbür uca atlar; aklını işletemez olur. İşte, nesnelere gerçekliğini, kafaya da bilme gücünü veren iyi ideasıdır.

* Kavranan dünyanın sınırlarında iyi ideası vardır. İnsan onu kolay kolay göremez.

* Tanrısal dünyaları seyretmiş bir kimse, insan hayatının düşkün gerçeklerine inince, şaşkın ve gülünç bir hale düşer. Karanlıklara alışmadığı, ilkin her şeyi bulanık gördüğü için, mahkemelerde, şurada burada doğrunun gölgeleri, ya da bu gölgelerin yansıları üzerine tartışmalara girip de, doğruluğun kendisini hiçbir zaman görmemiş olanların yorumlarını çürütmek zorunda kalırsa, herkes yadırgar onu. Ama aklı başında olan bilir ki, insanın gözü iki karşıt sebepten, iki türlü bulanır. Biri aydınlıktan karanlığa geçişte olur, öbürü de karanlıktan aydınlığa geçişte. Onun gibi düşünce de bir şeyi açık seçik göremeyince, buna gülecek yerde düşünmeli: Acaba daha ışıklı bir dünyadan gelip karanlıklara alışamadığı için mi, yoksa bilgisizlikten aydınlığa varıp aşırı bir parlaklıkla kamaştığı için mi bulanık görüyor göz? Birincisi, övülecek, ikincisi acınacak bir haldir. Karanlığa alışamayan göz, ışıklı bir dünyadan geliyor demektir. Ona gülersek, gülünç oluruz. Ötekineyse hakkımızdır gülmek.

* Düşünceyi gerektirmeyen nesneler, insanda aynı zamanda iki karşıt duyuş uyandırmayan nesnelerdir. Uyandıranlarsa, düşünceyi gerektirir. Uzaktan olsun, yakından olsun gördüğümüz bir şeyin şu mu, bu mu olduğunu kestiremediğimiz zaman düşünürüz.

* Doğruluk karşısında topal sayacağımız insan da ne yapar? Bile bile yalan söylemekten iğrenir. Ne kendinde, ne başkalarında bunu hoşgörmez; ama bilmeden yalan söylemeye kolayca katlanır. Bilgisizlikten iğrenmez, çamura yatan domuz gibi, bilgisizliği içinde keyif çatar.

* Kaç çeşit insan yaradılışı varsa, o kadar da devlet şekli olacak elbet.

* Gerçek özgürlük, gerçek sevgi, zorba ruhlu bir insanın hiçbir zaman tadamayacağı bir mutluluktur.

* İnsan ne kadar zorbaysa o kadar da köledir. İsteklerini biraz olsun doyuramaz bu adam. Her zaman birçok eksiği vardır; içini toptan gören bir göz için aslında fakirin fakiridir, ömrü boyunca da korkular, kaygılar içinde kıvranır. Zorbanın hali böylece, ezdiği insanların haline benzemiyor mu?

* Üç çeşit insan vardır: Bilgisever, ünsever ve parasever insan. Bu üç insanın her birine sor, hangisinin hayatı en hoştur diye: Her birinin kendi hayatını beğeneceğinden emin olabilirsin. Parasever adam diyecektir ki, bilim, şan, şeref karın doyurmaz, bunların verdiği zevk para kazanmanın verdiği zevk yanında hiç kalır. Ünsever, para biriktirme zevkini kaba bulur; bilme zevkini de, insana ün sağlamadıkça, boş, manasız bir heves sayar. Bilgisevere, filozofa gelince, gerçeği olduğu gibi tanıma, durmadan yeni şeyler öğrenmenin keyfi yanında öteki zevkler için ne der? Bunları asıl isteyecek şeyin çok uzağında görmez mi? Zoraki istekler der bunlara ve bunu kelimenin tam anlamıyla söyler; hayat insanı zorlamasa bunlardan vazgeçilebilir demek ister.

* Bilgeliğe, ruh üstünlüğüne ermeyen, beden zevklerini doyurmakla kalanlar sanki hep alçağa düşüp sonra ortaya kadar çıkar, ömürleri boyunca bu ikisi arasında mekik dokurlar. Bu sınırı aşamazlar bir türlü. Gerçek yükseğe ne gözlerini kaldırmış, ne de gitmişlerdir ona doğru. İçleri hiçbir zaman varlıkla dolmamış, sağlam, yalın bir zevk tadamamışlardır. Gözleri hayvanlarınki gibi hep yerde, aşağıda sofradadır. Yarış eder gibi karın doyururlar, sen çok yedin, ben az yedim diye itişir kakışırlar, boynuzları, nallarıyla birbirlerini iter, kakar, yine de doyuramazlar aç gözlerini. Neden? Çünkü gerçek yiyecek değildir yedikleri, doyurdukları yanları da asıl var olan, yediğini saklayabilen yanları değildir. Elbette acıyla karışık olacak bu adamları zevkleri. Duydukları, zevkin kendisi değil, gölgeleri, renksiz taslaklarıdır; acıyla yan yana konmadıkça anlamı olmayan taslaklar. Bu yüzden doymaz bir azgınlıkla, çılgınca sevişirler, sevdikleri için cenkleşirler; Stesikhoros'un anlattığı gibi Troya'da, aslını bilmedikleri Helene'in hayali uğruna birbirlerini öldürürler. İnsanın içindeki kızma gücü de böyle doyurmaz mı kendini? Yükselme duygusunun azdırdığı kıskançlık, savaşın azdırdığı şeref düşkünlüğü, inasanları körü körüne, akılsızca, oburca şan, zafer kazanmaya, öç almaya sürüklemez mi? Peki, ama şunu söyleyemez miyiz çekinmeden: İnsanın şeref ve kazançla ilgili istekleri, bilimin ve aklın emrine girer de, onların gösterdiği zevkleri arar, bulursa, o zaman tadabilecekleri en gerçek zevkleri tadarlar. Çünkü doğrunun ardından gitmişlerdir; çünkü buldukları zevkler kendilerine özgü zevklerdir. Bir insan için en iyi olan şey kendine en uygun olan şey değil midir? İnsan ruhunu var gücüyle bilim ve düşünce sevgisine bağlar, içindeki değişik güçlerden hiçbiri ona başkaldırmazsa, o zaman, her şeyden önce, bu güçlerin her biri kendi görevlerinin sınırları içinde kalır, birbirlerinin hakkını yemezler, sonra da her biri kendine özgü zevkleri tadar; işte en katıksız, en gerçek zevkler de bunlardır.

* Bedeni ölüme götüren, yiyeceklerin kötülüğü, bozukluğu, kokmuşluğu gibi şeyler değildir. Yiyeceklerin kötülüğü bedenin kendi kötülüğüne yol açmış olursa deriz ki, beden yiyecek dolayısıyla kendi kötülüğü, yani hastalığı yüzünden öldü. Kendine göre ayrı yaradılışı olan bedenin, bir başka yaradılışlı yiyeceklerdeki kötülükten öldüğünü söyleyemeyiz; bu kötülük onda kendi kötülüğünü doğurdu diyebiliriz ancak. Gene bunun gibi, bedenin hastalığı, ruhun kendi hastalığına yol açmamışsa, ruhun yabancı bir kötülük yüzünden, kendi kötülüğü işe karışmadan yok olabileceğine inanmayalım.





DEVLET-PLATON
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Çevirenler: Sabahattin EYUBOĞLU - M. Ali CİMCOZ

15 Aralık 2010 Çarşamba

YASALAR - PLATON

* Gerçekte bütün devletlerin bütün devletlere karşı, ilan edilmemiş de olsa, doğa gereği bir savaşı vardır.

* Kendi kendini yenmek zaferlerin en başta geleni ve en güzelidir, kendine yenilmek ise bütün bozgunların en çirkini ve en kötüsüdür. Bu, hepimizin içinde kendimize karşı bir savaş olduğunu gösterir.

* İçimizde haz ve acı dediğimiz, birbirine karşıt ve akıldışı iki dürtü vardır. Yine bu ikisinin yanında, gelecekteki şeylere ilişkin olduklarından ortak adları 'beklenti' olan sanılar vardır: kendilerine özgü adları da, acı beklentisi 'korku', öteki de 'güven'dir; bütün bunların üstünde, neyin daha iyi, neyin daha kötü olduğuna karar veren uslamlama vardır: bir kentin ortak kararı haline gelince, 'yasa' adını alır.

* Kırkını aşmış olanlar toplu yemeklerde yiyip içtikten sonra öteki tanrılara seslenebilirler, özellikle de Dionysos'u daha yaşlıların kutlama ve eğlencelerine çağırabilirler: tanrı bu eğlenceler için yaşlılığın sertliğini giderici bir çare olarak şarabı vermiştir; böylece gençleşeceğiz, gönlümüz isteksizliğinden kurtulacak, tıpkı ateşe sürülmüş demir gibi sertliğini bırakıp yumuşacık olacak ve sonunda daha esnek hale gelecektir.

* Zenginlik ile yoksulluğun olmadığı bir toplulukta, işte en soylu karakterler bu toplulukta yetişebilir: çünkü ne küstahlık ne de haksızlık, ne rekabet ne de kıskançlık görülüyor. Bu nedenle ve saflık deniln şey nedeniyle, iyi insanlar idiler.

* Hiç kimse yapılan kötülüğün karşılığı olarak, hani şu en büyük cezayı deyim yerindeyse, hesaba katmıyor; en büyük ceza, kötü insanlara benzemek, benzeyince de iyi insanlardan ve konuşmalarından kaçmak, uzak durmak, ötekilerin topluluğuna katılıp onlara bağlanmaktır; bu insanlarla aynı yapıda olunca, bunların birbirlerine yaptıkları ve söyledikleri şeyi yapması ve katlanması zorunlu olur. İşte bu sonuç, adalet değildir -çünkü hak ve adalet güzel bir şeydir-, tersine adaletsizliği izleyen şey cezadır; bu cezayı çeken de çekmeyen de mutsuzdur; çünkü biri düzelmez, öteki ise pek çok başka insanın kurtulması için ortadan kaldırılır.

* Gençlere ve aynı zamanda yetişkinlere verilecek en iyi eğitim, öğüt vermek değil, başkasına öğütlediğimiz şeyleri yaşam boyunca uyguladığımızı göstermektir.

* Yabancılarla yapılan antlaşmalara son derece kutsal gözüyle bakılmalı; çünkü yabancıların yaptıkları ve onlara karşı işlenen suçlar, yurttaşlar arasında işlenenlere oranla tanrının öfkesini daha çok kabartır. Nitekim, yabancı, arkadaşlarından ve yakınlarından uzak olduğu için, insanlarda ve tanrılarda daha çok acıma uyandırır. Böylece öç alabilecek biri daha büyük bir çabayla yardıma koşar, özellikle de yabancıların Zeus Ksenios'u izleyen daimonu ve tanrısı bunu yapacak güçtedir. O halde, birazcık da olsa ilerisini gören kişi, ömrü boyunca büyük bir dikkatle yabancılara karşı hiçbir suç işlemeden yolunu tamamlamalıdır. Yabancılara ve yerlilere karşı işlenen suçların en büyüğü, herkesin gözünde sığnaklara karşı işlenendir; çünkü sığınanın yalvararak aralarındaki antlaşmaya tanık tuttuğu tanrı, haksızlığa uğrayan zavallının özel bir koruyucusu olur, öyle ki uğradığı haksızlıklar cezasız kalmaz.

* Her adaletsiz insanın istemeden adaletsiz olduğunu bilmek gerekir; çünkü hiçbir yerde hiç kimse en büyük kötülükleri isteyerek benimsemiş olamaz, hele sahip olduğu en değerli şeylerde.

* Bütün kötülüklerin en büyüğü birçok insanın ruhunda yaradılıştan vardır: herkes bu kötülüğü hoş görüp ondan bir kaçış yolu aramaz; 'her insan kendini sever, böyle olması da gerekli ve doğrudur' demesi de bunu gösterir. Aslında bütün yanılgılarımızın nedeni, her zaman insanın kendini fazla sevmesidir. Çünkü seven sevdiğine karşı kördür, böylece adil, iyi ve güzel şeyleri yanlış değerlendirir; doğru olan şeyden önce hep kendine değer vermek gerektiğini düşünür.

* Tanrı bile yazgıyı zorlayamaz.

* Çok zengin olup hem de erdemli olmak olanaksızdır.

* Çok zengin olanlar erdemli değildir; erdemli değillerse mutlu da değillerdir.

* Her insanın uğrunda çabaladığı şeyler üç tanedir: paraya gösterilen özen en son ve üçüncü sırada gelmeli, ortada bedene, en başta da ruha özen göstermeli.

* Devlete karşı işlenen suçlarla ilgili olarak, her şeyden önce halkın katılmasını sağlamak zorunludur -çünkü biri kente karşı suç işledi mi, herkese karşı suç işledi demektir ve halk böyle bir karardan yoksun bırakılırsa, haklı olarak kızabilir-.

* Erdem bakımından denge ve ölçü; aşırılıktan binlerce kez daha iyidir.

* Yalancıktan değil, yaradılıştan adalete saygılı olan ve adaletsizliği gerçekten nefretle karşılayan kişi, kolayca haksızlık yapabileceği insanlar arasında belli olur.

* Doğru yaşam ne haz peşinde koşmak olmalı, ne de kesinlikle acıdan kaçmak, tersine az önce dinginlik diye adlandırdığım orta yolu bulmak olmalı; bir kehanet sözüne göre, çok yerinde olarak tanrının da durumu budur, diyoruz. İçimizden tanrı gibi olmaya özenen birinin de, acılardan uzak kalacağı düşüncesiyle tümden hazzın içine dalmadan bu yolu izlemesi gerekir; yaşlı olsun genç olsun, kadın olsun erkek olsun, içimizden hiç kimsenin bunu yapmasına izin vermemelidir.

* İnsan tanrının bir oyuncağı olarak tasarlanmıştır.

* Bütün vahşi hayvanlar içinde en azgını çocuktur.

* Yanılgıların nedeni olarak bilgisizlik gösterilirse, yanlış olmaz; yasa koyucu da bunu ikiye ayırırsa, daha iyi olur: biri, küçük yanılgıların nedeni saydığı yalın bilgisizlik; öteki de, çifte bilgisizlik; örneğin, insanın bilgisizliğinden ötürü bilmemekle kalmayıp, kesinlikle bilmediği konularda derin bilgi sahibi olduğu düşüncesiyle kendini bilge sanması; hele bir de bunun arkasında güç ve kuvvet oldu mu, işte yasa koyucu bunları ciddi ve kaba yanılgıların nedeni olarak almalı, ama arkası güçlü değilse, bunlara çocukların ve yaşlı insanların kusurları olarak bakmalı ve bu insanlara büyük bir hoşgörüyle dolu son derece yumuşak yasalar koymalıdır.

* Hiçbir yasa ve hiçbir düzenleme bilgiden daha üstün değildir, aklın bir şeye bağlı ya da köle olması doğru değildir, akıl, yapısı gereği gerçekten özgürse, her şeyi yönetmelidir.

* Ruh yönettiğine, madde de doğal olarak onun yönetiminde olduğuna göre, ruhun maddeden önce olduğunu, maddenin ise ondan sonra ikinci sırada geldiğini söylerken kesinlikle haklıydık. (Platon'un idealizmine karşı, "var oluş özden önce gelir" diyen varoluşçuluk, candır, canandır, ebemizi düdükleyendir, yine de bi'tanedir.)

* Ruh maddeden önce olduğuna göre, karakterler, töreler, istenç, muhakeme, doğru sanı, dikkat ve anılar da, maddelerin uzunluğundan , genişliğinden, yüksekliğinden ve gücünden öncedir. Bundan sonra da şu konuda uzlaşmak zorunlu değil mi? Ruhu her şeyin nedeni olarak koyacaksak, iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin, adaletin ve adaletsizliğin ve bütün karşıtların da nedeni değil midir?

* Aklın ve aynı yerdeki hareketin aynı düzene göre, aynı merkez çevresinde, aynı yöne doğru, aynı oran ve düzen içinde yuvarlak kürelerin dönüşüne benzer şekilde hareket ettiklerini söylersek, herhalde sözle güzel imgeler yaratan beceriksiz sanatçılara benzemeyiz...Peki o halde, hiçbir zaman aynı şekilde, aynı düzene göre, aynı yerde, aynı merkezin çevresinde, aynı yöne doğru, bir tek yerde olmayan, uyumsuz, düzensiz ve oransız hareket, aklısızlıkla aynı özden olmayacak mı?

* Küçük bir şey çalan, büyük bir şey çalanla aynı açıkgözlülükle çalmıştır, küçük olan yalnızca becerisidir.

* Yiğitlik, vahşi hayvanlarda da görülen ve çok küçük çocukların içinde bulunan korkuyla ilgilidir; çünkü ruh aklın yardımı olmadan doğal bir gelişimle yiğit olur, ama ruhun akıl yürütmeksizin aklı başında ve akıllı olduğu ne görülmüştür, ne görülür, ne de görülecektir; çünkü bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir.





YASALAR-PLATON
Kabalcı Yayınevi
Çevirenler: Candan ŞENTUNA - Saffet BABÜR

27 Eylül 2010 Pazartesi

ŞÖLEN - PLATON.

* Felsefeden konuşmak, yahut başkalarını dinlemek benim için, faydası bir yana, doyulmaz bir zevktir. Oysa başka laflar, hele sizinkiler, zenginlerin, iş adamlarının lafları öldüresiye sıkar beni. Acırım size, dostlar, sizler ki hiçbir şey yapmadan çok şeyler yaptığınızı sanıyorsunuz. Üstelik de belki siz zavallı buluyorsunuz beni. Böyle düşünmekte de haklı sanıyorsunuz kendinizi. Bense sanmakla kalmıyor, zavallı olduğunuzu düpedüz biliyorum.

* Seven bir insanı desteklemek için hepimiz neler yaparız! Kötü saydığımız bir iş için yapar mıyız bunları? Birisini elde etmek güzel, elden kaçırmak çirkin sayılır bizde. Elde etme işinde biz sevenin en olmayacak serüvenlere katılmasını hoş görürüz, bundan başka neyin peşine düşsek, neye can atsak, felsefenin en acı yergilerine uğrarız. Sevgililerin birbiri için yaptıklarını biri çıkıp da para, mevki, iktidar elde etmek için yapsa, dileğine varmak için yalvarıp yakarsa, yeminler etse, kapı önlerinde yatsa, hiçbir kölenin katlanamayacağı köleliklere katlansa, dostlarını da, düşmanlarını da karşısında bulur; düşmanları onu dalkavuklukla, el etek öpmekle suçlandırır, dostları da ona sitemler eder, yaptıklarından utanırlar. Oysa ki bütün bunları seven bir insan yaptı mı, hoş görülür, hatta gelenek onu ayıplamak şöyle dursun, dünyanın en güzel şeyini yaptığına inanır. İşin garibi, yemin edip yeminini bozduğu zaman bile Tanrıların kendini hş göreceği sanılır. Atasözünün de dediği gibi, sevgi yemini yemin sayılmaz. Demek ki Tanrılar da, insanlar da sevene tam bir özgürlük vermişler, bizim geleneklerimizden bu anlaşılıyor.

* Sevgi dediğimiz şey yaradılışımızdaki bütünlüğü arzulamak, aramaktır.

* Bizim soyumuz için mutluluğa ermenin çaresi, sevgiyi sonucuna iletmek, bizi bütünleyen sevgiliyi bularak ilk yaradılışımıza dönmektir. En güzel şey buysa, bizi ona en çok yaklaştıran şey hayatımızdaki gerçeklerin en güzelidir: Bu da yaradılıştan gönlü gönlümüze uyan bir sevgilidir.

* Yiğitlik bahsine gelince, sevgi ile Ares bile boy ölçüşemez, çünkü sevgi Ares'e tutulmuş değil, Ares sevgiye tutulmuştur. Geleneğe göre Ares'tir Aphrodite'e vurulan. Vurulan değil, vuran kuvvetlidir; yiğitler yiğidini avucuna alan, elbette herkesten daha yiğit olacaktır.

* Bilmekle bilmemek arasında doğru düşünmek diye bir şey vardır.

* Bilgisizlik neden kötüdür? Cahil kişi güzellikten, iyilikten, akıldan yoksunken, hepsini kendinde toplamış sanır da ondan. Yoksun olduğunu bilmeyen kimse ne diye kendinde olmayanın peşine düşsün?

* Doğurma sonsuzluğa götürür, ölümlüyü ölümsüz eder. İyiyi isteyen ölümsüzlüğü istemek zorunda, çünkü sevginin iyiyi bir an için değil, her zaman için istemek olduğunda anlaşmıştık. Kendi sözlerimizin sonucu bu: Sevgi ister istemez ölümsüzlüğün sevgisidir.

* Bilgi yitirildiği içindir ki öğrenme diye bir şey vardır.

* İnsanlardaki yükselme hırsına bir bak, ne kadar saçma bulacaksın bu hırsı, eğer onu demin söylediklerime bağlamazsan, insanların 'ölmez bir ün bırakalım gelecek zamanlara' diye, nasıl şan şeref arzusuyla yanıp tutuştuklarını düşünmezsen. Çocuklarından çok bu gaye uğruna, her tehlikeyi göze alırlar, varlarını yoklarını harcar, her mihnete karlanır ve ölmeye bile razı olurlar. Sen sanıyor musun ki eğer aramızda hala yaşayan, ölmez bir yiğitlik hatırası bırakmayı ummasalardı, Alkestis Admetos için ölür, Akhilleus Patrokles için canını verir, sizin Kodros krallık oğullarına kalsın diye ölüme atılırdı! Hiç inanma. Bence her insan iyi bir ad bırakmak, ölümsüz bir yiğitlik şerefi kazanmak için elinden gelen her şeyi yapar. Hem ne kadar değerliyse, o kadar düşer bunun üstüne. Neden? Ölümsüzlüğü sever de ondan.

* Dinle beni şimdi: Sırlara yolunca ermek isteyenin daha genç yaşında güzel bedenleri araması gerek. Onu yola koyan, doğru yola koymuşsa, ilkin bir tek insanı sever ve ona söyleyecek güzel sözler bulur. Sonra anlar ki, şu bedende gördüğü güzellik her bedeninkinin eşi, kardeşidir; görüş güzelliğini arayan için bütün bedenlerdeki güzelliği bir tek şey saymamak delilik olur. Bunu iyice anladı mı, bütün güzel bedenleri sever, bir tekine olsun düşkünlüğü gevşer, çünkü artık böyle bir düşkünlüğü küçümser, hiçe sayar. Bundan sonra yapacağı şey, can güzelliğini beden güzelliğinden üstün görmektir. Değerli bir can, bedendeki pırıltısı sönük de olsa, sevgisini coşturmaya yetmeli; ona kendini verip, gençlerin yükselmesi için söylenecek en güzel düşünceleri aramalı, bulmalıdır. Böylece güzelliği ister istemez yaşayış, davranış yollarında görecek, hepsindeki güzelliğin aslında hep aynı güzellik olduğunu fark edecek ve böylece beden güzelliğine fazlaca kapılmamayı öğrenecek. Davranış, yaşayış yollarından bilimlere geçip onlardaki güzelliği de görecek. Gözleri böylece daha geniş bir güzele erdiği zaman, artık bir tek varlığa bağlanmayacak, bir delikanlının, kim olursa herhangi bir adamın, şu veya bu davranışın kulu kölesi olup incir çekirdeği doldurmaz laflar etmeyecek.
Önüne serilen engin güzellik karşısında içi dolup taşacak, en güzel, en yüce sözlerle, sonsuz bilgi özleminin yarattığı engin düşüncelerle. Ve işte o zaman gücü kuvveti arttıkça artacak, bir tek bilgiye, şimdi anlatacağım güzelim bilgisine erecek.
Şimdi can kulağıyla dinle beni. Sevginin şimdi vardığımız yerine kadar götürülen adam bütün güzel şeyleri birbiri ardı sıra ve gerekli düzen içinde götürdükten sonra, girdiği yolun sonuna ulaşarak, birdenbire eşssiz bir güzellikle, güzelliğin özü ile karşı karşıya gelecek. İşte buna ermek içindi bütün emekleri. Bu güzellik artık hep var, doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez bir güzelliktir, bir bakıma güzel, bir bakıma çirkin, bugün güzel, yarın çirkin, şuna göre güzel, buna göre çirkin, bir yerde güzel, bir yerde çirkin, kiminin gözünde güzel, kiminin gözünde çirkin bir güzellik değildir. Bir güzellik ki, kendini bir yüzle, elle ayakla, bedene bağlı hiçbir şeyle göstermeyecek, ne bir söz alacak, ne bir bilgi, bir canlıda, belli bir varlıkta bulunmayacak, ne canlıda, ne yerde, ne gökte, hiçbir yerde, kendi var, kendinden var, kendisi ile hep bir örnek. Bütün güzellikler ondan pay alır; kendisi onların parlayıp sönmeleriyle ne artar, ne eksilir, ne de bir değişikliğe uğrar. Demek insan, yolunca, bir delikanlı sevgisiyle dünya gerçeklerinin üstüne çıktı mı, o güzelliği görmeye başlar. O zaman artık neredeyse, sevginin yüce sırlarına ermiştir. İşte doğru yolu budur, sevgi dünyasına ister kendi kendine, ister kılavuzla ulaşmanın: Bu dünyanın güzelliklerinden başlayacaksın, hiç durmadan basamak basamak yüce güzelliğe yükseleceksin, bir güzel bedenden ikisine, ikisinden bütün güzel bedenlere, sonra güzel bedenlerden güzel işlere, güzel işlerden güzel bilgilere, güzel bilgilerden de sonunda bir tek bilgiye varacaksın: Bu bilgi de o tek başına var olan salt güzelliğe varmaktan, asıl güzelin özünü tanımaktan başka bir şey değildir.
İnsanın salt güzellikle karşı karşıya geldiği an yok mu, sevgili Sokrates işte yalnız o an için insan hayatı yaşanmaya değer! dedi Mantineialı yabancı kadın. Günün birinde onu görürsen, hiçe sayarsın artık altınları, süsleri püsleri, o şimdi aklını başından alan güzel çocukları, delikanlıları, hep yanlarında kalmak, yüzlerine bakmak için seni de herkes gibi yemekten içmekten eden sevgilileri. Düşün ne olur, bir görebilirse insan güzelliğin kendini; her şeyden soyunmuş, arınmış, katıksız! İnsanın tenine, bedenine, rengine, daha bir sürü ıvır zıvırına bulanmış güzelliği değil, bir tek görünüşüyle Tanrı güzelliğini! Böyle bir güzelliğe gözlerini kaldırıp bakmanın, onunla kaynaşmanın yolunu bulanın hayatını küçümseyebilir misin? Ancak orada güzele yalnız güzeli görecek gözle bakan erdem taslakları, gerçek erdemler yaratabilir: Çünkü taslaklara değil, gerçeğin ta kendisine bağlanmıştır. Yalnız gerçek erdemi yaratan ve besleyen, Tanrının sevdiği bir insan olabilir, yalnız o insanlar arasında bir insanın erebileceği ölümsüzlüğe erer.

* Düşüncenin gözü ne zaman iyi görmeye başlar: Gözlerimiz keskinliğini kaybedince.





ŞÖLEN-PLATON
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviren: Azra ERHAT - Sabahattin Eyuboğlu

20 Ağustos 2010 Cuma

GORGİAS - PLATON

* ... hatip ikna etmekte hekimden daha becerikliyse, bilgisizler önünde konuşan bilgisiz de bilgiliden daha beceriklidir, ikna etmekte. ... Bilgisizlerin önünde bilgililerden daha bilgili görünmek için retoriğin birtakım şeylerin gerçekte ne olduğunu bilmeye gereksinmesi yoktur.

* SOKRATES: İnsanların, bir işe giriştiklerinde, yaptıkları şeyi mi yoksa ulaşmaya çalıştıkları şeyi mi istediklerini sanıyorsun? Sözgelimi sence, hekimin verdiği bir ilacı yutanların isteği, verilen bu tatsız ilacı içmek midir, yoksa bu ilacın getireceği sağlık mıdır? ... İnsanları öldürmeyi, sürgün etmeyi,mallarına el koymayı geçici bir heves uğruna istemeyiz. Bütün bunları, bize yararlı olduklarında yapmak isteriz; eğer zararlıysalar istemeyiz. Çünkü senin de belirttiğin gibi, istediğimiz, iyi olan şeylerdir; ne iyi ne de kötü olanlara gelince, onları da kötü olanlar gibi, istemeyiz. Doğru değil mi? Haklı mıyım, değil miyim, Polos? Hadi yanıt versene.
POLOS: Haklısın.
SOKRATES: Bu konuda seninle anlaştığımıza göre, şöyle diyebiliriz herhalde: Bir tiran ya da bir hatip kendine zararlı olduğu halde yararlı olduğunu sanarak herhangi birini öldürttüğü, ya da şehirden sürgün ettiği veya malına mülküne el koyduğu zaman kendi hoşuna gitmiş olan şeyi yapmış olur değil mi?
POLOS: Evet.
SOKRATES: Yaptığı, sonuç olarak kötü bile olsa, yine de kendi istediğini yapmış değil midir? Hadi yanıt versene.
POLOS: Hayır, sanırım istediğini yapmış olmuyor.
SOKRATES: Öyleyse, senin de belirttiğin gibi güçlü olmak iyi bir şeyse, böyle bir güce sahip olan kimse kendi şehrinin yönetiminde güçlü olabilir mi?
POLOS: Hayır, olamaz.
SOKRATES: Demek ki devlet içinde çok güçlü olmayan biri kendi istediğini değil de kendi hoşuna gideni yapar, derken haklıymışım.

* Kötülüklerin en büyüğü haksızlık yapmaktır.

* Ya haksızlık yapmam ya da haksızlığa uğramam gerekseydi, haksızlık yapmayı değil, haksızlığa uğramayı yeğlerdim.

* ... erkek ya da kadın, her kim ki dürüsttür, o mutludur; her kim ki doğru yoldan ayrılmıştır ve kötüdür, o mutsuzdur bence.

* KALLİKLES: ... çoğunlukla, doğa ve yasalar birbirine karşıttır. Bu nedenle, insan utanıp düşündüğünü söylemekten çekinirse, sözleri birbirini tutmaz olur.

* İnsanı insana bağlayan en sıkı dostluk, eski bilgelerin de dediği gibi, benzeri benzere bağlayan dostluktur. (Frankenstein?)

* ...
en kötü insanlar, kudretliler arasındann çıkıyor. Bununla birlikte, onların arasında da hayranlık duyulacak erdemli insanların bulunmasına hiçbir engel yok. Çünkü, kötülük etme olanağı ellerinde olduğu halde, bütün ömürlerini dürüstçe geçiren insanların bu davranışları çok güç ve övülecek bir şeydir, Kallikles. Ama, bu nitelikteki insanlara çok az rastlanır. Ne var ki, bu şehirde ve öteki şehirlerde kendilerine verilen işleri dürüstlükle yürütmüş erdemli insanlar var ve ilerde de var olacak. Hatta, bunlardan birinin bütün Yunanistan'da ün kazandığı görülmüştür; bu, Lysimakhos'un oğlu Aristides'tir. Ama, iktidara geçenlerin çoğu da kötü insan oluverir, değerli Kallikles.




GORGİAS-PLATON
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviren: Mehmet RİFAT - Sema RİFAT

18 Temmuz 2010 Pazar

TİMAİOS - PLATON

* Varlığın oluşla ilgisi neyse gerçeğin de inançla ilgisi odur.

* İlksiz tanrı, bir gün doğacak tanrıyı düşünerek, evreni düz, her yanı bir, ortasından aynı uzaklıkta, tam, kusursuz cisimlerden birleşik bir cisim yaptı. Ortasına, bir ruh koydu; onu her yanına yaydı, hatta cismin dışını bile onunla kapladı. Böylece daire şeklinde, biricik, tek başına, fakat kusursuzluğu sayesinde başka hiçbir kimseye ihtiyacı olmadan kendi kendisiyle yaşayabilen, bilgiden, dostluktan yana da kendi kendine yeten bir gök kurdu, ona bu vasıfları vererek bahtiyar bir tanrı yarattı.

* Tanrı ruhu vücuttan önce, yaş ve erdem bakımından da ona üstün yaratmıştır. Çünkü ruh, hükmetmek, emretmek için, vücut da boyun eğmek için meydana getirilmiştir.

* Bir nesnenin başka cinsten olmasının sebebi eşitsizliğidir.

* Onlar tanrıyı örnek aldılar, ruhun ölümsüz ilkesini alınca da ruhun etrafında sonradan ölümlü bir ten vücuda getirdiler, onu taşısın diye de bütün vücudu verdiler. Sonra bu vücuda, ayrıca başka bir ruh, kendisinde korkunç, kaçınılmaz tutkular taşıyan ölümlü bir ruh daha vücuda getirdiler: Önce kötülüğün en büyük çekici kuvveti olan hazzı, sonra, bizi iyilikten uzaklaştıran acıları, daha sonra iki kötü nasihatçi olan ataklıkla korkuyu, ondan sonra da zor yatıştırılan öfkeyi, nihayet bizi çabucak aldatan ümidi.

* Bizi yaratan sanatçılar kendi kendilerine daha uzun, ama daha kötü hayatı olan bir insan soyu meydana getirmek mi, yoksa daha kısa, ama iyi hayatı olan bir soy yaratmak mı gerektiğini sordular. Kısa ama daha iyi bir hayatın, uzun ama daha kötü bir hayata, herkes için, her bakımdan tercih edilmeye değer olduğuna karar verdiler. Böylece başı, eklemi olmadığından etle, kirişle değil, ince bir kemik tabakasıyla örttüler. Bütün bu sebeplerden ötürüdür ki insan vücuduna eklenen baş, vücudun bütün öteki kısımlarından çok daha duygulu, daha zeki, ama daha zayıftır.

* Giden parçalar gelenlerden daha çoksa canlı, yavaş yavaş harap olur; gelenler gidenlerden çok olursa büyür. Böylece, canlının bütün teni genç, kendisini meydana getiren türlerin üçgenleri, tezgahtan çıkmış gibi, yeni olursa, bütün kütlenin dayanıklılığı, henüz kemik iliğinden meydana gelmiş ve sütle beslenmiş olduğundan, her ne kadar yumuşak ise de birbirlerine kuvvetle bağlıdırlar. Bunun için, dışarıdan yiyecek ve içecek olarak içine aldığı üçgenler, kendi öz üçgenlerinden daha yaşlı ve daha zayıf olduğuna göre, onları kendi yeni üçgenleri ile kesip hükmü altına alır, canlıyı da kendi öğelerine benzeyen birçok öğelerle besler. Ama üçgenlerin kökleri, birçok düşmanlara karşı uzun zaman devam ettirdikleri savaşlarda gevşeyince artık dışarıdan gelen besleyici üçgenleri bulup hazmedemezler; bu sefer dışarıdan gelenler onları kolayca böler. Ozaman savaşta yenilen bütün canlı, yavaş yavaş çöker ve bu hale yaşlılık denir. Nihayet, kemik iliğinin üçgenlerini bir arada tutan bağlar yorgunluktan gevşeyip dayanıklılıklarını kaybedince, ruhun bağlarını da gevşetirler, o da yaratılışına uygun olarak kurtulur, sevinerek uçup gider; çünkü, tabiata aykırı olan her şey insana nasıl acı verirse, tabiata uygun olarak meydana gelen her şey de zevk verir. Bunun için hastalıkların, yaraların sebep olduğu ölüm acılı ve şiddetlidir. Halbuki yaşlılıkla, tabiatın belli ettiği zamanda gelen ölüm ölümlerin en az acı verenidir ve daha ziyade, sevinçle gelir.

* Bir öğe tabiata aykırı olarak özelliklerini veya yerini değiştirirse önceden soğuk olan kısımlar sıcak, nemli olan kısımlar kuru, hafif veya ağır olan kısımlar bunun karşıtı olurlar ve her yönden her türlü değişikliğe uğrarlar. Görülüyor ki bir nesne aynı nesne ile aynı şekilde, gereken oranda birleştiği, yahut da ayrıldığı zaman kendi kendinin aynı kalarak sağlam ve sıhhatli kalabilir. Bir öğe başka bir öğeden ayrılırken, yahut da onunla birleşirken bu kurallardan biri yerine gelmemiş olursa bu karışıklık her türlü bozukluklara, hastalıklara, sayısız çöküntülere sebep olacaktır.

* İnsan neşeli yahut da aksine olarak son derece kederli olursa, zevki tatmaya yahut da kederi bir yana bırakmaya vakitsiz bir gayret gösterir ve hiçbir şeyi ne doğru işitmeye, ne de doğru görmeye imkan bulur; adeta bir deliye benzer, aklını başına alacak hali kalmaz.

* Saç yerine tüyleri olan kuşların soyuna gelince onlar küçük bir değişme ile kötülüğü olmayan hafif, gökyüzüyle meşgul, fakat saflıkları yüzünden gözle gördükleri şeylerin yaratanlar olduğuna inanan şekil değiştirmiş insanlardır.
Karada yaşayan hayvanlar ile yırtıcı hayvanların soyu da kafada meydana gelen hareketleri kullanmadıkları, kendilerini sadece göğüslerine yerleştirilmiş olan ruh kısımlarının eline bıraktıkları için hiç felsefe ile uğraşmayan ve gök cisimlerinin hiçbirinin özüne dikkat etmeyen kimselerden meydana gelmiştir. Bu alışkanlığın tesiriyle ön organları ile kafaları, toprakla olan yakınlıkları yüzünden, toprağa doğru eğiktir. Kafatasları uzamış, ruhlarının hareketi, tembellikleri yüzünden her birinde nasıl bozulmuşsa, ona göre çeşit çeşit şekiller almışlardır. Bu çeşit varlıkların dört veya daha fazla ayaklı olmalarının sebebi şudur. Tanrı en budalalarına, toprağa daha çok bağlı kalsınlar diye, daha çok ayak vermiştir. İçlerinde en ahmak olanlarına, ayakları hiçbir işlerine yaramadığı için, vücutlarını boylu boyunca toprağa uzatanlara gelince, tanrı onları ayaksız, toprağın üstünde sürünür yaratmıştır. Nihayet dördüncü tür, suda yaşayanlar, insanların en aptallarından, en bilgisizlerinden meydana gelmiştir. Onlara bu şekli veren yüce yapıcılar tam manasıyla soluk almalarına bile izin vermemişlerdir, çünkü ruhları işledikleri günahlar yüzünden, kötülükle doluydu. Onları temiz ve hafif olan hava yerine, derin ve bulanık suyun içinde nefes almak zorunda bırakmışlardır. İşte balık türü ile suda yaşayan kabukluların türü böylece meydana geldiler. Onlar derin bilgisizliğe düştükleri için, en derin yerlere yerleştirilmişlerdir. Böylece o zamanlarda olduğu gibi bugün de canlı varlıklar, zeka veya budalalıklarının azalıp çoğalmasına göre, birbirlerinin kılığına girmekte, şekil değiştirmektedirler.





TİMAİOS-PLATON
Sosyal Yayınlar
Çeviren: Erol GÜNEY - Lütfi AY

17 Temmuz 2010 Cumartesi

KRATYLOS - PLATON

* Madem ki konuşmak şeylerle ilgili bir aksiyondur, öyleyse adlandırmak da bir aksiyondur. (Sokrates'e göre, dil, insanların birbirleriyle anlaşmalarını sağlayan bir araç olmaktan çok, onların şeylerle ilişki kurmalarına yarayan bir aktivite şeklidir. Hiç değilse başlangıçta böyleydi.)

* Bütün kahramanlar, ya bir tanrı ile bir ölümlü kadının, ya da bir ölümlü erkekle bir tanrıçanın aşkından doğmuşlardır. Bu adı, bir de eski attike dilinin ışığında incelersen, bunu daha iyi anlarsın: çünkü o zaman bu adın aşk'tan (eros) -kahramanların (heros) doğuşlarını borçlu oldukları aşktan- türeme olduğunu, yalnızca şekil bakımından ufak bir değişikliğe uğramış olduğunu görürsün.

* ... bu 'anthropos' adı; gördükleri şeyi gözlemlemekten, onun üzerinde düşünmekten, onu incelemekten aciz olan hayvanların aksine olarak, insanın bir şeyi görür görmez -epope'nin anlamı da budur zaten- hemen onu incelemeye ve onun üzerinde düşünmeye başladığı anlamına gelir. Bu nedenledir ki, pek haklı olarak, varlıklar arasında yalnız insana 'anthropos' adı verilmiştir: Çünkü o, gördüğü her şeyi inceler (anathron ha epope).

* SOKRATES: Bedenin doğasını tümüyle muhafaza eden ve taşıyan, böylece onu yaşatan ve hareket ettiren sence nedir? Ruh değil mi?
HERMOGENS: Elbette o.
SOKRATES: Peki, ya bütün öteki varlıkların doğasını? Bütün öteki varlıkların düzen veren ve onları muhafaza eden şeyin, bir akıl, bir ruh olduğuna, Anaksagoras'la birlikte inanmıyor musun?
HERMOGENES: İnanıyorum.
SOKRATES: Öyleyse, doğayı (phusis) taşıyan (okhei) ve muhafaza eden (ekhei) bu güce 'phusekhe' denmesi doğru olurdu. Ama, kulağa daha hoş gelen bir deyişle, ona psukhe de denebilir.

* Bazıları, bedeni (soma), ruhun halen içinde gömülü bulunduğu mezar (sema) diye tanımlıyorlar. (Sokrates Gorgias'ta, bilgin bir kişiden, bizim şimdiki hayatımızın bir ölüm, bedenin de bir mezar olduğunu işittiğini söyler. Bu kişi muhtemelen Philalolas'tır. Orpheusçulara atfedilen etimolojisi konusunda Sokrates, Mysterler'de söylenen bir formülü hatırlatır: 'Biz insanlar bir çeşit zindanda bulunuyoruz, buradan ne çıkabilir, ne de kaçabiliriz.') Başka bazıları ise, ruh, tezahürlrini beden vasıtasıyle gösterdiğine göre, buna haklı olarak, işaret (sema) denildiğini söylüyorlar. Ama, bana öyle geliyor ki, bu adı bulanlar, orpheusçulardır ve onlar, bunu, ruhun işlediği günahların kefaretini ödemekte olduğu ve bu nedenle bir hapishaneye benzeyen bedenin dört duvarı içinde muhafaza (sozetai) altında tutulduğu düşüncesiyle yapmışlardır. Yani beden (soma), adının da gösterdiği gibi, ruhun zindanıdır (soma=zindan) ve ruh borcunu ödeyinceye kadar orada kalacaktır. (O zaman intihar da firar olsa gerek.) Dolayısıyla, kelimenin tk bir hecesini bile dğiştirmeye gerek yoktur.

* Düşünce (phronesis), hareketin ve akışın zihin tarafından kavranmasıdır (phoras onesis). Onu, hareketin yardımcısı (phoras onesis) olarak da anlayabiliriz. Her halükarda, o, hareketle ilişkilidir.

* 'Delia' ruhu güçlü bir şekilde bağlayan bir bağı ifade eder, çünkü lian (çok) bir güç demektir. Bu durumda, korkaklık (deilia) bir bağdır (demos), ruhu bağlayan güçlü (lian) ve son derece kudretli bir bağ.

* Ania (keder); hareketi engelleyen (an-ineai) şeydir.

* 'Euphrosune'yi (neşe) açıklamaya gerek yok; onun, adını ruhun -eşyanın (şeylerin) hareketine sıkıca uydurulmuş (eu sompheresthai)- hareketinden almış olduğunu herkes kolayca görür.

* Ad, taklit edilen ve adlandırılan şeyin sesle yapılmış bir tür taklididir. Burada, bir şeyi taklit etmek için ses kullanılıyor.

* İnsanın kendi kendini aldatması kadar tehlikeli bir şey olamaz: seni aldatmaya hazır kişi, bir an bile uzaklaşmadan hep yanıbaşında durursa, bundan daha korkunç bir durum olabilir mi?

* SOKRATES: İmaj ve demin sözün ettiğimiz şey (Bu sözler, Aristoteles'in, idealar teorisinin şeyleri gereksiz yere çiftleştirdiği eleştirisine adeta önceden verilmiş bir cevap gibidir. Platon'a göre şeyler, yani ideaların imajları bunların ikiz eşi değildirler.) için başka türlü bir doğruluk aramamız ve ayrıntının yokluğu veya ilavesi ile imajın mutlaka ortadan kalkacağı fikrine kapılmamamız gerekiyor. İmajların, imajı oldukları objelerle aynı içeriğe sahip olmaktan ne kadar uzak olduklarının farkında değil misin?
KRATYLOS: Farkındayım.
SOKRATES: Eğer adlar, adları oldukları objelerin tıpatıp benzeri olsalardı, herhalde bunları hayli gülünç duruma sokarlardı. O zaman her şey çift olur ve biz, bunlardan hangisi objenin kendisi, hangisi onun adı ayırt edemezdik.

* SOKRATES: ... bizatihi güzel diye bir şeyin bulunduğunu ve her bir varlık için de bunun böyle olduğunu söyleyebilir miyiz, söyleyemez miyiz?
KRATYLOS: Evet Sokrates, bence söyleyebiliriz.
SOKRATES: Öyleyse, bu bizatihi şeye bir bakalım -bir yüz veya aynı cinsten herhangi bir obj güzel mi değil mi, akıp gidişe tabi mi değil mi, bunu bilmek için değil; fakat güzelin kendisinin, bizatihi güzelin ne olduğunu bilmek için. İmdi, bu bizatihi güzelin daima kendi kendisinin benzeri olarak kaldığını söyleyemez miyiz?
KRATYLOS: Zorunlu olarak söyleriz.
SOKRATES: O, eğer durmadan geçip gidiyorsa, önce bir türlü iken, hemen sonra başka bir nitelik alacak demektir ki, bu durumda onu doğru olarak adlandırmak nasıl mümkün olur? Biz daha ağzımızı açarken, o hemen başkalaşıp, elimizden sıyrılmaz, aynı halde olmaktan çıkıvermez mi?
KRATYLOS: Kesinlikle öyle olur.
SOKRATES: Öyleyse hiçbir zaman aynı halde olmayan şeye nasıl varlık izafe edebiliriz? Eğer o, herhangi bir an aynı halde kalacak olursa, en azından o an için, yerinde hareketsiz duracağı açıktır ve eğer o, daima aynı halde kalıp, daima aynı olsaydı, kendi formunu terk etmeden nasıl değişebilir veya hareket edebilirdi?
KRATYLOS: Kesinlikle öyle olur.
SOKRATES: Üstelik o hiçbir kimse tarafından bilinemezdi de. Çünkü kim onu bilmeye teşebbüs edecek olsa o, o an, başka ve farklı bir şey olur ve bu yüzden onun ne olduğunu ya da ne halde bulunduğunu bilmeye artık imkan kalmazdı (Herakleitos?) Apaçıktır ki, hiçbir bilgi, eğer objesi belirlenmemiş bir halde ise onu bilemez.
KRATYLOS (Nam-ı diğer emme basma tulumba) : Doğru söylüyorsun.
SOKRATES: Eğer her şey değişir, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz olursa, Kratylos, o zaman muhtemeldir ki bilgi diye bir şey de artık söz konusu olamaz. Çünkü, bilgi adını verdiğimiz bu şey, eğr değişerek bilgi olmaktan çıkmazsa, bilgi her zaman için varlığını sürdürür ve bilgi diye bir şey olur. Ama, bilginin bizzat formu değişecek olursa, bilgi, bilgi formundan başka bir forma dönüşmüş olur ki, bu durumda artık ortada bilgi diye bir şey kalmaz. Ve de eğer bilgi formu sürekli değişiyorsa, bu takdirde hiçbir zaman bilgi olmaz; yani ortada ne bilecek bir süje, ne de bilinecek bir obje kalır. Ama, bunun aksine, bilen de, iyi de, tek tek varlıkların herbiri de her zaman için varsa, şu an sözünü ettiğimiz şey, bana hiç de bir akışa, bir hareketliliğe benzer bir yanı varmış gibi görünmez. Şimdi, bu hakikaten böyle midir, yoksa hakikat ötki teoride, Herakleitos ekolünün ve başka birçok kişilerin (özellikle sofistlerin ve en başta Protogoras'ın) teorisinde midir? Korkarım, aydınlatılması zor bir nokta bu. İnsanın, adlara ve onların yaratıcılarına tam bir güvenle, kendini ve ruhunu adların aracılığına teslim etmesi; ve bir şeyler biliyormuş gibi, kendisinde ve şeylerde hiçbir istikrar bulunmadığına hükmederek, her şeyin aktığını ve bir çamur tortusu gibi kayıp gittiğini ileri sürmesi; kısaca, şeyleri tıpkı nezleli kişiler gibi tasavvur edip, her şeyin akıntı illetine tutulmuş olduğuna hükmetmesi pek akıllıca bir iş değildir belki. Gerçi, aslında bu böyle olabilir, Kratylos; ama, olmayabilir de. Onun için, cesaretle ve usulü dairesinde (yok böyle bir çeviri!) bir araştırmaya giriş, hiçbir şeyi iyice düşünüp taşınmadan benimseme -çünkü, sen henüz gençsin, çiçeği burnunda çağdasın- ve iyice araştırdıktan sonra, uygun görürsen, buluşlarını bana da bildir.


NOT 1: Kalın puntolu kısımlar, metne düşülen dipnotlardır. Dipnotların çevirene mi ait olduğu, yoksa başka bir kaynaktan mı alıntılandığı kitapta belirtilmemiştir.
NOT 2: İtalik harfli kısımlar ise, tahmin edilebileceği gibi şahsi zırvalamalarımdır.




KRATYLOS-PLATON
Sosyal Yayınlar
Çevien: Cenap KARAKAYA